Seneyi kapatırken, Nimbus “Kapalı”yı konuşurken ben de bu sayıyı bir roman okumasıyla değil, başka türlü bir okurlukla kapatacağım. Geçirdiğimiz son bir yılın nasıl felaketler getirdiğini konuşup duruyoruz. Çekinik ve cılız umutlarla yeni yılın iyilikler, güzellikler getirmesini bekliyoruz. Bir umutsuzluğu örmek gibi “kötücül amaçlarımız” yoksa bekleyelim elbette. Seneyi devirirken “iyisiyle kötüsüyle tahlil edelim” akımına bir kavgayı ön plana çıkararak katılacağım. Kadınların kavgası: Eril tahakküme, tacize (hayır, eril faillik değil), tecavüze, şiddete karşı kavgamız.
Hasan Ali Toptaş’ın onlarca kadın tarafından ifşa edilmesiyle başlayan ve ardından çorap söküğü gibi gelen yüzlerce taciz, şiddet hikayesi herkesin uykularını kaçırdı. Sadece “Ben de ifşa edilir miyim” korkusu taşıyan erkeklerin değil, hâlâ maruz kaldığı şiddeti dile getiremeyen pek çok kadının da uykusunu kaçırdı. Tekrar tekrar hatırlattı, belki aynı çaresizliği yeniden yaşattı ama yine de bunca tacizin kadınların tek başınalığının öyküsü olmadığını bir kez daha ispatladı. Evde, sokakta, iş yerinde, aile ya da romantik bir ilişki içinde, yani varlık gösterdiği her alanda konumu fark etmeksizin şiddete uğruyor kadınlar. Şiddeti uygulayanın yazar, şair ya da sanatçı olması ve dahi en yeteneklilerinden sayılıyor olması ise şiddeti görünmez kılıyor. Bu durum, er kişiye tacizci sıfatını adlı adınca, yüksek sesle söylemek konusunda pek çok kimseyi tereddütte bırakıyor. Tersine; bir yazar, şair, sanatçı kadın uğradığı tacizi dile getirdiğinde sanatı, onu mağduru olduğu tacizin suçlusu olmaktan korumuyor. Hasan Ali Toptaş’ın onlarca kadını taciz ettiğinden bahsedildiğinde nedense onun “kişiliğinden, yapıp ettiklerinden bağımsız” pür-i pak sanatını konuşurken buluyoruz kendimizi. Tacize uğramış bir kimsenin hikayesini nasıl da başarıyla anlatmış (!) bir yazarın kendi tacizini konuşmak abesle iştigal oluyor. Anlattığı hikayeleri, anlatma biçimini, yüksek sanatını konuşmak zorunda kalıyoruz. Hatta ileri gidip her şeyden soyutlayıp sanat tartışmaya başlıyoruz.
Beyler, durun! Konumuz bu değil. Shakespeare’in, Dostoyevski’nin dehasındaki kerameti konuşmuyoruz. Nedir kuzum sizi böyle sanat tartışmasına iten? Biz, kadınlar; kim olduğumuz fark etmeden – sadece kadın olduğumuz için – kimi zaman ciddiye alınmayan anonim kişiler, kimi zaman bildik isimler olarak kim olduğu fark etmeyen erkekler tarafından şiddete uğradığımızı anlatıyoruz. Pek tabii biz bunları konuşurken, konunun sanata gelmesi tesadüf değil. Çünkü sanat da edebiyat da eril tahakkümün yüzyıllardır hüküm sürdüğü, erkekliğin kolaylıkla sergilenebildiğini bir alan. Zira edebiyat tarihine şöyle bir göz attığımızda Viktorya Dönemi’nde Bronte Kardeşler’in dikkate alınmak için ilk şiirlerini erkek takma adlarıyla yayınladıklarını görüyoruz. Bunca yıl dile getiril(e)memiş ve hâlâ gün yüzüne çıkmamış pek çok taciz olayının, şiddetin tam da bu avantajlı konumla ilgili olduğunu biliyoruz. Konumları gereği eşitsizliğin avantajlı tarafında bulunan erkeklerin yine konumlarını kullanarak “bilmeden üzdükleri kadınlar” oluyor. Bu kadarla da kalmıyor. Bir de işbirlikçiler var. Edebiyat ve yayıncılık ortamı ifşalarla sarsılırken bu süreçte birkaç türde işbirlikçi erkekliğe tanık olduk:
- “Ama özür diledi, daha n’apsın”cılar meydana çıktı. Neyse ki, açıklamasının bir özür olmadığını bizim dört koldan anlatmaya çalıştığımız malum şahıs birkaç gün sonra “Ben özür dilemedim” diyerek açıklamanın neden gerçek bir özür olmadığı konusundaki anlatımızı tamamladı da olaysız dağıldılar.
- İfşa edilmemiş bir taciz meselesinde tacizciyi koruyan kollayan, sırf ifşa edilmediği için kendilerini steril bir ortamda sayanlar; kadınlara destek mesajlarını, yayınevlerinin malum kişilerle ilişkiyi kestiğine dair açıklamalarını paylaşmak için birbirleriyle yarıştılar.
- Yukarıda değinilen sanat tartışmasına düşenler, bununla yetinmeyip bir de bütün ukalalıklarıyla kadınlık anlattılar. Kadınlığın gücünden dem vurarak, sanatı tarif ederek ikisini ayrı tutmak gerektiğini buyurdular.
- Sonuncusu biraz eğlenceli: Destek verir, ses çıkarırsa kendini hatırlatır, sayılan isimlere bir yenisi olarak eklenir ve foyası ortaya çıkar diye korkup susanlar…
Ve pusuda erkeklik naraları atmayı bekleyen niceleri! Ama bu yazının konusu kadınların kavgası, demiştim. Bütün bu tiz, çiğ ve titreyen ses, iktidarını korumak için çemkirirken; kadınların güçlü, tok, korkusuz sesi “İktidarınızı alaşağı edeceğiz, eşitliği sağlayacağız” diye bağırıyor. Suçunuzu ifşa edeceğiz! İfşa, kimi zaman ağır sonuçları olması sebebiyle tartışılan ve başvurulmaması salık verilen bir yöntem. İfşanın kadınlar için psikolojik ve sosyal yükünü, yaşattığı ikincil travmayı hiç tartışmadan, suçlu açısından yarattığı sonuçları gözeterek verilen bu öğüdün sahiplerine bir sorum var: Sizce de buradaki sorun, kadınların uğradıkları haksızlıkları çözebilecekleri bir düzlemin, denetleme mekanizmasının, başvurabilecekleri ve muhatap bulabilecekleri bir kurumun, işleyen bir adalet sisteminin yokluğu değil mi? Hâl böyleyken, eğer yeni yıl için umut tazeleyecek ve iyiliklerin, güzelliklerin gelmesini bekleyeceksek kapandığımız alanları, mekanları, mesafeleri yırtarcasına kendi mücadele alanını açan bir sese kulak vermeli: Burası benim alanım!
* Bu yazı, başlığını Mike Leigh’ın Happy Go Lucky filmindeki flamenko sahnesinden esinle almıştır. Kapak fotoğrafı, aynı filmden alınmıştır.