“Sevgi,
korkudan daha güçlüdür.”
Günümüz insanı o görkemli tarihine sadık kalarak “kaos döngüsünü” devam ettiriyor ve bunu adeta bir vazife olarak görüyor. Yabancılaşma her anımızda bizi köşeye sıkıştırıyor ve inatla “sevgi” dışındaki her duyguyu bir anahtar olarak görüp mutlu yaşam kapısını açmaya zorluyoruz. Hâlbuki bu kapıyı açmanın yolu yüreğin pas tutmuş kilitlerini kırmaktan geçer.
Bu yazıda öncelikle insanı, insanla ve doğayla olan ilişkisi içerisinde inceleyeceğiz. Daha sonra, yanlış ilkeler çerçevesinde kurulan bu ilişkilerin yarattığı sorunları Hegel’in1Alman filozof (1770-1831). Alman İdealizmi’nin öne çıkan düşünürlerinden biri. yol göstericiliğinde ortaya koyarak sorunların nasıl çözüleceğine yine filozofun perspektifinden bakacağız. O kapıyı örgütlenerek açacağız.
İnsan, doğada hem kendisinin hem de bir diğerinin farkında olan, yani hem “ben”i hem de “ben olmayan/öteki”yi tanıyan bir varlıktır. Onu bu özelliği ile, bütünlüklü bir ilişki ağından ayrı düşünmek olanaksızdır. Kişilik yaratımını kendisiyle, doğayla ve diğer bir insanla birlikte oluşturur. Fakat birey bu ilişki ağı içerisinde şununla tanışır: Doğanın ve diğer bir insanın altında ezilme korkusu. Bu korku insanlık tarihinin her döneminde belirleyici rol oynamıştır. Doğanın ve ötekinin varlığından korkan ben, onu tahakküm altına almak için çabalarım. Bu tahakküm – insanlık tarihinde de görüldüğü üzere – çoğu zaman kaosla, korkuyla sonuçlanmıştır. Korkuyu yenmek için kurulan tahakküm, onu daha da filizlendirmiştir.
Bu çıkmazdan nasıl kurtulacağız? İnsanlar arası kenetlenme nasıl sağlanacak? Burada teker teker her bir insana büyük bir görev düşüyor. Bu görevi anlayabilmek için kendi çağına olduğu kadar günümüze de fazlasıyla ulaşan bir düşünür olan Hegel yolumuza ışık tutuyor. Anahtarımız ‘sevgi’…
Hegel; insanın kendisiyle, bir diğeriyle ve doğayla arasındaki ilişkiyi ele alır ve bu ilişkideki sorunların nasıl çözüleceği üzerine düşünür. Hegel’e göre tüm insan ilişkileri “almak ve vermek” üzerine kurulu durumdadır. Dolayısıyla öyle bir ilişki kurmalıyız ki “duyguyu/düşün ürününü” paylaşan kişi, bunu kendisinden bir şey eksilmeden yapabilmelidir. Sevgi duygusu burada önemini ortaya koyuyor: Sevgi duygusuna dayalı olarak verdiğimiz zaman diğer kişiyi çoğaltırken/zenginleştirirken aynı zamanda biz de veren kişi olarak kaybetmek yerine kazanıyoruz: Eksilmek yerine çoğalıyoruz, yoksullaşmak yerine zenginleşiyoruz.
Peki, mevcut durumda insanlık hangi ilkeye göre alıp veriyor? Sevgi mi, tahakküm mü? Nesneler/doğa ile ilişkilenme biçimimizi göz önüne aldığımızda cevabın gayet açık olduğunu görüyoruz: Tahakküm kurarak. Tahakküm kurmak bizim ilkemiz haline gelmiş durumda çünkü ben olarak ilk önce kendimize, sonrasında bir diğerine ve doğaya yabancılaşmış durumdayız. Hepimiz aslında teker teker bireyler olarak terk edilmiş, her an varlığımız için mücadele etmek zorunda olan varlıklarız. Henüz “ben”i çoğaltmayı bile beceremezken bir diğerini çoğaltmayı elbette gerçekleştiremiyoruz. Birbirimizi çoğaltacak, yaşatacak vakti bulamadığımız – ve yıkıma uğratmak her zaman daha kolay olduğu için – tahakküm ilkemize sımsıkı bağlanıyoruz.
Nesneler ile kurduğumuz ilişki bir güç ilişkisinden ibaret durumdadır. Nesneler dünyasında hepimiz bir nesneye sahip oluruz veya olmak zorunda hissederiz: Kimimiz bir eve, kimimiz araziye, kimimiz ‘insana’… Aramızdan biri herhangi bir nesneye sahip olmadığı zaman onu dışlar, varlığını yok sayar, onu “hiç” haline getiririz. Bu durum oldukça tehlikelidir çünkü nesneler üzerinde hâkimiyet kuramamış olan kişiyi insan olarak bile görmeyiz. Şimdi tarihteki tüm savaşlar, krizler, gündelik hayat ilişkilerindeki tüm sorunlar daha da anlaşılır hale geliyor. İnsanlarla her zaman kıran kırana mücadele içerisinde olmamızın, her zaman birbirimizin kurdu olmamızın sebebi açığa çıkıyor. Mücadelemiz öyle büyük ki sanki diğer insanlar ile bir arada yaşamıyormuşuz, sanki doğanın bir parçası değilmişiz gibi vahşi ve çıkarcı duygularımız ile birbirimizin kuyusunu kazmak için çabalıyoruz. Bu durumda diğer bir insana vereceğim her şey benim nesnemi kaybetmem, dolayısıyla git gide yoksul hale gelip hiçleşmem anlamına geliyor.
Hegel’in meşhur “efendi-köle diyalektiği” bu durumu çok güzel bir şekilde göstermektedir. Kimimiz efendiler, kimimiz ise köleler olarak doğada yer ediniyoruz fakat Hegel şunu asla aklımızdan çıkarmamamız gerektiğini vurguluyor: Doğada kurduğumuz mülkiyetçi ilişki üzerinde aslında hepimiz aynı durumdayız. Bugün tahakküm eden, zengin ve çoğalmış olan efendi ben, yarın tahakküm altına girmiş, yoksul ve eksilmiş olan köle ben’e; dünün öteki’sine dönüşebilir. Yani, diğer insanları da doğada olan herhangi bir nesne olarak görmek, şeyleştirmek, insan yaşamının kuş tüyü kadar hafif ve yumuşak geçmesinin kapısını bizlere açmıyor. Temel sorunumuz olan, birbirimizle nesneler üzerinden kurduğumuz mülkiyetçi ilişki biçimi kimlerle ilişki kuracağımızı da belirliyor. Bir kişi ne kadar güç sahibiyse, yani ne kadar çok şeye tahakküm kuruyorsa; o kişiyle ilişki kuruyor ve kendimizi onunla güven altına aldığımızı varsayarak bilinçli köleler haline gelmiş oluyoruz.
İnsanın bir diğeri ile insanca ilişkilenmesi için gereken şey ne? Görmüş olduğumuz yaygın düşüncede olduğu gibi insan sahip olduğu nesneler kadar güçlü. Öyleyse eğer bir insan bütün bir dünyadan, bütün nesnelerden sorumlu olursa tüm dünya kadar zengin olmuş olur. Burada inşasına başlamamız gereken şey bir insanın değil, tüm bir insanlığın tüm bir dünyaya sahip olmasıdır. Böylece tüm bir insanlığın sorumluluk bilinci tüm bir dünya kadar olur. Bu dünyayı ortak bir şekilde sahiplendiğimiz vakit bilincimiz de dünyamız kadar zengin ve geniş olur. İnsanın kendisine, bir diğerine ve doğaya karşı sorumluluk taşıması ve sevgi ilkesinden hareketle eylemde bulunması ancak böyle mümkün olur. Sevgi ilkesi, doğayı ve insanı mülkiyetimiz olarak değil, yaşamımızın kaynağı ve sürdürücüsü olarak görmemizi mümkün kılar.
Hegel, mülkiyetçi ve tahakküm kurucu ilişki türünü “olgun olmama hali” olarak görür ve sevgi ilkesi bizi bu halden çıkaracak olan tek anahtardır. Ancak sevgi ilkesi ile insan gerçek anlamda “özne” olur, tüm bir insanlık “özgür özne” haline gelir. Sevgide örgütlenmek özgür öznelerin tam birliğini sağlar. Tüm ilişkilerimizi birleştiren, biz özneleri bütünleştiren ve yaşamımızı insanca sürdüren şey sevgidir. Sevgi ile “tam” olduğumuzu hissederiz. Hegel böylece sevgi ilkesi ile insanlığın bitmek bilmeyen kargaşasından, krizinden kurtulmamıza ışık tutar.
“Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey”
Referanslar
- Göçmen, Doğan (2020). “İnsan, İlişkilerini Aşka/Sevgiye Göre Düzenlerse Ne Olur?”. İzmir.
- Hegel, G. W. Friedrich (1797). “Love”. Knox, T. M. (çev. 1970).
- Hegel, G. W. Friedrich. “Tinin Görüngübilimi”. Yardımlı, Aziz (çev.), İstanbul: İdea Yayınevi, 4. Baskı, 2015.
- Leithart, Peter (2003). “Hegel on Love”, Patheos, https://www.patheos.com/blogs/leithart/2003/12/hegel-on-love/
Günümüzü ve günümüz insanının yaşadığı çıkmazları anlatan muhteşem bir yazı okudum.TEBRİKLER..