Kehanetler kendi kendilerini gerçekleştirmezler, hatta çoğu zaman gerçekleşmemeye yatkındılar; onları gerçek kılmak için ısrarlı bir çabaya ihtiyaç vardır. Lanetli Oidipus bile hakkındaki güçlü kehanete (ki neredeyse bir yazgıdır bu) rağmen, kahin aklı doğru çıkarmak, lanetine kavuşmak için nice yollardan geçmiş, türlü badireler atlatmıştır. Arthouse filmlerin ekseriyetinin, belalı olduğuna henüz ilk dakikalardan emin olduğumuz başrolün “belasını uzun ve sıkıcı sahneler boyunca aramasını” konu edinmesi de, çoğu zaman Oidipusvari hikayelerle koşuttur. Elbette Gezi’nin kehanetini gerçek kılmak için de tamamlamak zorunda olduğumuz uzun ve karmaşık bir labirent var önümüzde. Biraz olsun yol almış görünüyoruz ama yine de varacağımız yer hala çok önemli: Oidipus, öykünün sonunda kendini kör etmiş, istenmeyen kral oluvermişti.
Zamanın ruhu: TİP neyin taşıyıcılığını yapıyor?
Bir hikaye anlatmamız gerekiyorsa eğer, Kuruçeşme’den başlamamız gerekir; yolda Gezi’ye konuk olacağız. Türkiye de sol da Kuruçeşme’den bu yana umulmadık oranda kabuk değiştirmiştir, ki benzer bir saptama Gezi’yle bugün arasındaki tahlil için de son derece geçerli… Geçerli, çünkü 2013 Haziran’ında bir araya gelen siyasal ve toplumsal kesimlerin formasyonu, geri dönülmesi pek mümkün olmayan bir kırılmaya maruz kalırken bu kırılma, devletlilik ile ötekilik arasında sürekli-yeniden-kurulan dengeyi 2000’in – hatta Kuruçeşme’nin – de öncesine, 1980’in hemen sonrasına, özgün farklarıyla birlikte döndürüverdi. Siyasal’ların Gezi’deki toplumsal patlamayı sevk ve idare edenlerinin önemli bir kesimi, sokak eylemselliği ve kitlelerin dolaysız müşterekleri de dahil olmak üzere, devletli olanın yakıcı bünyesinde eridi. Birleşik Haziran kehanetini gerçekleşmekten alıkoyan önemli yıkımlardan biri, bu iki sevk ve idare unsurunun denklemden çekilmesiyle, kehanetin dayandığı siyasal bağlamın yitirilmesidir. Bu yıkımın şiddeti öyle büyüktür ki, post-Gezi ile 1980’li yıllar arasında birtakım konjonktürel ayrımlar koyabilmemizin iki anahtarını büyük bir örtücülükle karşılar: (1) Rejimin baskı kapasitesinin birincil önemdeki artışı ve genişlemesi ile (2) solun konjonktürel yanıt kapasitesindeki göreceli daralma ve siyasal pozisyonların kitlenmesi.
Birinci anahtar olarak andığımız artan baskı kapasitesi, bu yazının esas tartışması olmadığından ve hem siyasal hem felsefi düzeyde tartışılagelen son derece geniş bir mesele olduğundan, yalnızca birkaç temel dayanağına atıf yapabileceğimiz bir yapısal dönüşüm… Söz konusu kapasite, genel anlamda kapitalizmin endüstriyel sınırlarından kopuşuyla birlikte doğası gereği; gündelik pratikler bakımından post-modern baskıyla birlikte kültürel olarak; sınıfın antagonistik izdüşümündeki daralmayla birlikte üst-yapısal olarak; son tahlilde neoliberalizmin itkisinde tahrip edilen sınıfsal biçimlenişle birlikte yapısal olarak 1980 ile kıyaslanamayacak düzeyde arttı. Türkiye özelinde de rejimin baskı yetilerini genişleten, yukarıdakilerle bağlantılı olan ama özgül ağırlıklarını da taşıyan bir dizi faktörden ikisi son derece önemli: Birincisi, Özalcı kentleşmenin Reisçi rejimle çarpılması neticesinde kentlerin neoliberal güdüler huzurunda da “bozuk” sayılacak, tanımlaması güç bir yoğunluğa ve yıkıcılığa ulaşması. İkincisi ise rejimin gözetim olanaklarının olağanüstü mali ve toplumsal yatırımlar yoluyla güçlendirilmesi ve çeşitlenmesi; takiben bu olanakların bir çeşit sağduyu mertebesine zımnen ulaştırılması. Bu iki faktör pek çok bakımdan eşitlerin birincisi ve ikincisi ama en kuvvetli etkileri, yurttaşların “tıkıştırıldıkları kentlerde kesintisiz ve meşru gözetim altında tutulmalarıyla” siyasal direniş olanaklarının 1980’ler karşısında görece sınırlanmasını mümkün kılmaları oldu.
İkinci fasılda Türkiye solunun hemen yukarıda andığımız yapıya içkin genel ve özel dönüşümler önündeki krizi, Kuruçeşme’den bu yana aşmak adına yoğun çaba harcasak da aşıldığı yönünde hiçbir somut belirtiye sahip olmadığımız, çoğunlukla karamsar bir tabloyla sabit. Nitekim solda 1980 ile 2023 arasında izleyebildiğimiz en kararlı çizgi de konjonktür önündeki yanıt kapasitesinin, rejimin baskı olanaklarına mukabil olmayan bir aralıktaki salınımı gibi görünüyor. Bu sıkışmayı, örneğin Tekel Direnişi gibi sendikalizme yakınsayan ya da Gezi Direnişi gibi kitlesel ama sınıfsal muhtevası kararsız eylemsellikler (son derece önemli tarihsel momentler olduklarını not etmemiz gerekir) vasıtasıyla yırtma girişimlerinin ve diğer alan genişletme çabalarının sönümlenmesini birkaç izlekte değerlendirmek, zamanın ruhunu anlamak bakımından faydalı olacaktır.
Bu izleklerin ilki, 1980’in eşiğindeki (geniş anlamıyla 1960’tan 12 Eylül’e uzanan bir pencere) kitleselleşme bakımından görece başarılı, endüstriyel proletarya ve köylü sınıflarındaki karşılığı kuvvetli, devrimci nitelikler taşıyan ve bunları sahici kuvvetler kılma yönünde umut veren, rejimin baskısı önünde nispi dirence sahip bir sola bakmanın yarattığı bir tür ideolojik rehavettir. 12 Eylül’ün faşist yıkımının bu türden bir sol dinamiği madden ve manen kırarak yarattığı sui generis halin belki de beklenenden daha uzun erimli olmasıyla, darbe bir tarihsel çizgi mertebesine ulaşmış ve öncesinin ideolojik içeriği üzerindeki tartışma, siyasal tartışma gündeminden, sahiplenilmek zorunda hissedilen bir mirasın görece ahlaki alanına itilmiştir. Böylece Özal 1980’li yıllar boyunca Türkiye’nin nihai yapısal dönüşümünü tetiklerken, eski dünyanın yıkılıp yenisinin henüz doğmadığı canavarlar zamanında sol, ideoloji üzerindeki tartışmanın gerisine düşerken buna yetişmesi ancak 1990’lı yıllar ile mümkün olduğunda, yeninin köşeleri AKP’de billurlaşan siyasal dinamikler lehine tutulmuştur. Muhafazakar ve neoliberal popülizm aygıtı, “yeni kentlerin” yoksullarına ayakları baş etmeyi vaat ederken; söz konusu ideolojik rehavet bu kitlelerin sınıfla bütünleşen bir eşitlikçi tasavvurla karşılaşmasına ket vurmuştur.
İkinci – ve ilkiyle yakından ilişkili – izlekte sol, kendi ideolojik yüzleşme yoksunluğuna paralel olarak ama bununla sınırla olmayan somut gereklerden hareketle; enternasyonal sahada, reel sosyalizmin Sovyet modelindeki çöküşünü takip eden ideolojik yüzleşmeyi içselleştirmekte zorlanmıştır. Sözgelimi, Gramsci’nin tahayyülündeki Batılı sivil toplumun güçlendiği ve Türkiye toplumunun Doğulu siyasalara özgü niteliklerinin kayda değer biçimde daraldığı 1990’lı yıllarda (ki böyle bir perspektifle 28 Şubat pek çok açıdan Batılı bir darbe sayılabilir) solun mutabakatı, büyük ölçüde aydınların rolünün merkezleşmesi ve silahlı devrim olasılıklarının rafa kaldırılmasıyla sınırlı kalmıştır. Bu mutabakatların ilki; organik aydınların bir süredir köklendiği üniversite, rejimin baskı kapasitesi karşısında erirken, tarihsel örüntüsündeki kırılma neticesinde deyim yerindeyse bozguna uğramış; ideolojik tartışma ve öncülük faaliyetinin taşıyıcısı olan kültür işçiliği alanındaki küresel ve yerel darboğaz, şimdiki ile yüzleşebilen ve ona yanıt üretebilen yeni bir köklenmenin olasılıklarını sekteye uğratmıştır.
Üçüncü ve bağlamımız içindeki son izlekte sol, kitleler ile temas noktalarını yukarıda ele aldıklarımız da dahil olmak koşuluyla pek çok bakımdan yitirirken; rejimin neoliberalizm yönündeki vahşetinin önünde, örneğin tarihsel müttefiklik olanağına haiz sosyal demokratların da (ki Türkiye özelindeki varlıkları, solun ana akımla iletişim kurabilmesi bakımından kuşkusuz önemlidir) benzer ideolojik aşınmalar karşısında ulusalcı/muhafazakar baskıya mağlup olması ve sendikal özgürlüklerin kökünün kazınması gibi momentlerde solu tümden terk edip sermayenin sağına göz kırpmasıyla birlikte ana akımın bütünüyle dışına düşmüştür. Bu son kırılmanın ertesinde, solun kitle ile buluşabildiği son siyasal temas Gezi Direnişi olabilmiştir ki yukarıda da andığımız gibi bu temasın sınıfsal muhtevası tümden reddedilemezse de bir devrimci canlanmayı tetikleyebilecek kadar yoğun olmamıştır; nitekim 2013 Yazı’na ilişkin en kararlı siyasi aks da “merkezsiz eylemsellik” aksıdır.
Söz konusu kendiliğindenliğin sonucu iki yönlüdür: İlk planda; pratik kabiliyetleri son derece sınırlanmış bir sol, direnişi merkezleştirme yönündeki teorik yükten vazgeçtiğinde kitlenin içindeki varlığını sahada gerçekleştirme yönündeki pratiğini kuvvetlendirebilmiş, böylece kitlelerin dinamizmi içinde temas noktalarını çeşitlendirebilmiştir. İkinci planda aynı merkezsizlik, rejimin eylemsellik üzerindeki baskısı arttığında bu baskının yıkıcı etkisini katlayan bir dezavantaja dönüşmüş, böylece Birleşik Haziran gibi son derece kapsayıcı başlayan bir siyasallaştırma süreci, siyasal’ların kuşatıldığı momente kitleler nezdinde yanıt veremeyerek henüz edinmeye başladığı temas noktalarının pek çoğunu, bu kez geri dönüşsüz yitirmiştir. Sonrası, rejimin bir sonraki kuşatmanın çeperlerini olanca hızıyla genişletmek zorunda olduğu on yıl boyunca, görünürde yenilmiş bir solun teması genişletecek siyasal’ları yaratmakta ya da onlara erişmekte zorlandığı bir çöküntüyü getirmiştir.
Haziran’dan sonra Haziran
Yukarıdaki uzun giriş, Türkiye İşçi Partisi’nin üstlendiği taşıyıcılığın hangi düzlemde var olduğunu anlamak bakımından önemlidir; nitekim parti, resmen kurulduğu 2017’den bu yana Gezi’nin kehanetini, kurucu bileşen olarak sahiplenmiştir. Buradaki kehanet, 14 Mayıs’a giden aylarda daha da belirginleştiği üzere, merkezle çeper arasındaki sınırları genişleten, kimi zaman bunları rafa kaldıran, hatta belirli momentlerde merkezi yok eden ve neticede teması, siyasal’ların katı bir inşasında değil Gezi’dekine çok benzer bir kendiliğindenlik halinde arayan bir politik tasavvurdur. Buradan çıkarak denilebilir ki, TİP’in politik gündemi, yeni ve güncel bir Marksist-Leninist siyasal perspektif yaratmaktan önce, siyaseti (bunu partinin gözünden temas olarak okuyabiliriz) yeniden mümkün kılacağına inanılan siyasal’ların inşası ve bunların taşıyıcılığını teslim alacak müştereklerin yaratılması ya da ele geçirilmesi yönünde yoğunlaşmıştır. Nitekim Erkan Baş da 2014’te, Haziran Türkiye Meclisleri’nin ilkinde “Haziran direnişinde tarifi mümkün olmayan eşsiz günler yaşadık ama tek eksiğimiz örgütsüzlüktü, bu yüzden AKP’den hala kurtulamadık1BirGün Gazetesi, Birleşik Haziran Hareketi Türkiye Meclisi toplandı, https://www.birgun.net/haber/birlesik-haziran-hareketi-turkiye-meclisi-toplandi-73162” derken, Türkiye İşçi Partisi’nin de kurucu özünü tarif etmiştir. 2017’de gerçekleştirilenin bir kuruluş değil yeniden-kuruluş olması da bu pratik gündemin (salt AKP’den kurtulma fikrine odaklanan Haziran eylemselliğinin) olası savrukluğunu; yeniden gözden geçirilmesi ve güncellenmesi koşuluyla neoliberalizm karşısında iyi bir politik programa dönüştürülmesi mümkün olan 1960 TİP’inin programına atıf yapan bir çerçeveyle önleme girişimi olması bakımından kuşkusuz bir öneme sahiptir – ki ben TİP’in Podemos, Syriza, Labour (Momentum) gibi hareketlerden ayrıştığı noktanın da burası olduğu kanaatindeyim. Yine de bu başka, geniş bir tartışmanın konusu…
Son bir not olarak, TİP’in 14 Mayıs seçimlerine yönelik tutumunu ve hemen gerisindeki TBMM deneyimini de bu bağlamda ele almak daha gerçekçi bir siyasal yaklaşım olacaktır. Parti’nin ismi ve logosu itibariyle de kurucu dinamiklerinin dayandığı Haziran kehanetiyle de bizdeki Stalinist ve Maocu hareketler ile temelden ayrıştığını, pek çok Leninist harekete de itirazın neticesinde kurulduğunu; bu ayrışmalardan hareketle Parti’ye dönük “böyle devrimcilik (Stalinist, Maocu ya da Leninist ortodoksiler anlamında) olmaz” lafzının eleştiri niteliğinin son derece kısıtlı olacağını belirtmek gerekir. Bu bakımdan, TİP’in bu ve benzeri polemikleri yanıtsız bırakmasıyla sosyalizmin karşısında bir küçük burjuva partisi konumuna ötelenmediğini; sosyalizme içkin bir polemiğin, polemik niteliklerini taşıdığı oranda işletilmesi gereken bir siyasal süreç olduğunu hatırlatmakta da fayda vardır. Aynı anda bu polemik denemeleri karşısında Parti örgütünün değilse de Parti çevresinin sosyalizmin tümüyle dışında düşen “ilk taşı günahsız olanınız atsın” gibi argümanlarla yanıt verme çabasına (sosyalistler a tartışmasına b tartışmasının hesaplarıyla yanıt veremezler) ön alınması gerekliliğinin, 14 Mayıs gündeminden sonraki en önemli tartışmalardan biri olması gerektiğini düşünüyorum2Özellikle 14 Mayıs’a giden süreçte Parti’den istifa eden kimi sosyalistlerin eleştirilerinin “siyasal süreçlerin sosyalist pratiklerden kopuşu” üzerinde toplanması, TİP için kuşkusuz önemli bir tehlikeye işaret ediyor. Bunların seçime giden haftalarda sadece “kitleselleşme momentlerinde kopuşlar doğaldır” fikrine dayanır görünmesinin Türkiye sosyalistlerinin gözünden kaçmayacağını, bağlantılı olarak da olağanüstü gündemi takip eden dönemde bunların tartışılması zorunluluğunu da not etmek gerekir..
Türkiye İşçi Partisi’ne oy vermenin siyasi anlamı
Gelelim sözün özüne ya da TİP’e oy vermenin siyasal anlamına… Sosyalizmi, liberal ya da radikal yorumuyla demokrasinin oy verme pratiğiyle değerlendirmek, yalnızca sosyalistlerin demokratik pratikle ilişkisine atıfla mümkün olabilir. Başka bir deyişle ve 14 Mayıs seçimleri özelinde, Emek ve Özgürlük İttifakı’na atıfla… Türkiye İşçi Partisi’nin İttifak ile ilişkisini üç siyaset dinamiğiyle değerlendirebiliriz: (1) Kürt Özgürlük Hareketi’le ilişki, (2) seçim aritmetiğiyle ilişki ve (3) 14 Mayıs’tan sonrasına dair siyasal tahayyül.
İlk planda, solun nihayet 2000’ler ile çerçevesini genişletebildiği, Kürt Özgürlük Hareketi’yle ezilenlerin birliği temelinde bir araya gelme mutabakatına dair söylenecek sözlerin büyük bölümü halihazırda söylenmiştir. Bu mutabakatın Emek ve Özgürlük İttifakı’yla somut çerçevesine de kavuşması, gecikmiş bir ilerici hamle olarak Türkiye tarihinde kuşkusuz bir yer kaplayacaktır. Meselenin somut boyutunda Kürt Özgürlük Hareketi’nin, rejimin elinde tuttuğu seçim barajı sopasına direncini ve bunun karşısındaki kazanımını, Türkiye solunun sandık demokrasisi önünde de sıkıştığı bir anda nefes alanı yaratmada kullanması ezilenlerin birliğini sahici bir siyasal kuvvet haline getiren birincil önemdedir. Böylece, 2015’te ve 2018’de birliğin çerçevesiz özneleri olan sosyalistlerin (Halkların Demokratik Partisi bileşeni olan sosyalistlerin dışında kalanlar) bu kez kapsamlı bir ittifak programı etrafında buluşması, siyasal alanın genişlemesi bakımından epeydir atılan en olumlu adımlardan biri olmuştur. Emek ve Özgürlük İttifakı’nın kapsamının ve müştereklerinin genişletilmesi, Türk ve Kürt halklarının ortak mücadelesini dışarıda bırakan siyasetin olanaksızlaştırılması anlamını taşıdığı sürece, sol için önemli bir kabuk kırma momentine de dönüşecektir.
Öte yandan, TİP özelinde, sosyalistler bakımından seçimi Emek ve Özgürlük İttifakı çerçevesinde okumak koşuluna rağmen, Emek ve Özgürlük İttifakı’nı seçim çerçevesinin dışına taşırarak değerlendirmek gerekir. Nitekim İttifak’ın tüm kurucu metinleri ve hem İttifak’ın yürütücülüğünü üstlenen komitenin hem de tek tek İttifak bileşenlerinin, bunu sandıkla sınırlanmayan bir mutabakatla ve ezilenlerin birliği fikriyle tanımlaması, Emek ve Özgürlük İttifakı’na böyle bir siyasal anlam yüklemektedir. Dolayısıyla, sandık aritmetiği bakımından, tek liste karşısında yarattığı dezavantaja rağmen siyasi karşılığı nedeniyle girişilen iki liste formülü de sandığı aşan bir yaklaşımın sonucu olarak okunmalıdır. Türkiye İşçi Partisi’nin olanca eleştiriye rağmen kendi listeleriyle seçime girme kararlılığı, yukarıda andığımız siyaseti mümkün kılacak müştereklerin yaratımı bağlamında, üzerine siyasal’ların bina edileceği kitleselliğin gerçekleştirilmesi bakımından önemlidir. Zira, Kürt Özgürlük Hareketi’nin büyük oranda radikal demokrasi ya da “Üçüncü Yol” vurgusunu sahiplendiği siyaset sahasında TİP’in sosyalizmi ana akım siyasete içkin bir yarışma öznesi olarak değil, ezilenlerin birliğine içkin bir dayanışma ve temas noktası olarak ele alması; siyaset bağlamında da aritmetik bağlamında da “oy bölme” motivasyonunu temelden aşar. Bu çerçevede sosyalistlerin birbirlerine, neoliberal siyasetin merkezinde Muharrem İnce’ye yapılana benzer bir “en kritik seçimde siyaseti rafa kaldırma” çağrısı yapmasının en hafif tabirle sosyalist bir tavır olmadığını da not etmek gerekir (İttifak’ın kurucu ve karar alıcı süreçlerindeki tartışmalar, İttifak’ın öz-niteliği itibariyle doğal olarak bu ifadenin dışındadır: Örgütlerin bir araya gelirken kapıları kapatması yeni bir şey değildir; kapılar yeniden açıldığında verilen kararın örgütlüler tarafından olduğu haliyle kabulü ve uygulanması, işletilecek örgüt-içi süreçler ve tartışmalar dışında, çok temel bir örgütsel gerekliliktir).
Son olarak, 14 Mayıs seçimleri Reisçi rejimden kurtuluş bakımından bir yol kavşağına işaret etse de Türkiye’nin neoliberal tahripten kurtarılması ya da bu tahribin geriletilmesi adına hiçbir anlam ifade etmemektedir. Halkın büyük bölümü sadece nefes alabilmek için Erdoğan karşısında Kemal Kılıçdaroğlu ve Cumhuriyet Halk Partisi öncülüğündeki Millet İttifakı’na bel bağlamış olsa da, iktidardaki değişimin emekçiler bakımından anlam taşımayacağına dair bilinçlerinin rafa kalktığı iddia edilemez ki Türkiye toplumu, başlangıçta da andığımız üzere demokrasinin Batılı çerçevesine girme konusunda tarihsel kararlılığa sahip ve demokratik süreçler bakımından göz ardı edilemeyecek düzeyde gelişkin bir sosyal yapıdır. Dolayısıyla, Türkiye toplumun AKP’yi iktidara taşıma tercihini de onu, sermaye dostu niteliklerini büyük ölçüde koruyan ama daha fazla kamu politikası ve özgürlük alanı vaat eden Kılıçdaroğlu ile değiştirme talebini de dışarıdan izlemek, siyaset sahasının dışında kalmak anlamına gelecektir. Bu çerçevede, dünyanın yıkılmadığı ama çatlakların oluştuğu anda toplumun emekten yana taleplerini örgütlemek, siyaseten kaçınılmaz görünmektedir. Sosyalist bir programın toplumun siyasal gündemine olanca gücüyle girmesi de bu bakımdan oldukça anlamlıdır. Somutlamak gerekirse, Türkiye İşçi Partisi’nin, oy verme pratiğinin konjonktürel mahiyeti önünde söz gelimi %2 gibi bir kitlesel karşılıkla buluşması, bu türden bir temas alanı adına, 15 Mayıs’a yönelik tahayyülün önemini de artırmaktadır.
Bitirirken, Türkiye İşçi Partisi’nin üyesi olmayan, Parti’yle sosyalist dayanışmanın genişletilmesi gerektiğini düşünen ve onunla ilişkisini bu gerek çerçevesinde kurgulayan bir sosyalist olarak, TİP’e verilecek hiçbir oyun boşa gitmeyeceğini, şerh düşmeden söylemek gerektiğini düşünüyorum. Zamanların en iyisinde ve zamanların en kötüsünde, Türkiye İşçi Partisi’nin yolu yol olsun!