Dönüşüm, ister kişisel ister kitlesel olsun; özünde her zaman sancılı bir süreç. Çünkü dönüşümün ortaya çıkabilmesi için ‘ideal ben’ ve ‘gerçek ben’ arasında bir çatışma gerçekleşmesi gerekiyor. Bu çatışmanın kendini var edip çözümlenebilmesi için ise temas noktaları oluşturmak hayati önem taşıyor. Aksi takdirde biriken olumsuz tüm duygu, düşünce ve davranışlar pek de istenmeyen şekillerde kendini görünür kılabilir: Duygudurum bozuklukları, depresyon, yüksek stres, anksiyete ve kaygı düzeyi gibi.
İdeal ben; erişmek istenilen, ‘kutsal’ olan ve/veya ‘nihai’ ben olarak ifade edilebilir. Elbette ki bu kavramdan anladığımız ‘ben’ her birimiz için birbirinden oldukça farklı. Buna atfettiğimiz anlam ise sadece kendi görüşlerimiz değil; toplumsal öğretiler, normlar ve rollerden de ciddi düzeyde etkileniyor. Bu yönüyle sabit olmayan, yaşam boyu değişebilme esnekliğine sahip bir kavram olduğu söylenebilir. Gerçek ben ise özünde “Ben kimim?” sorusuna verdiğimiz cevapların tümü. İronik biçimde, çoğumuz için ideal beni tanımlamak sözel anlamda daha kolayken gerçek ben ile yüzleşmek ve onu dillendirmek ciddi anlamda karmaşık ve zor. Çünkü kültürümüzde kendini tanımak ve ifade etmek sıklıkla bencillik ve patavatsızlıkla ilişkilendirildiği için verdiğimiz yanıtlar ne yazık ki olumsuz ifadeler ve zayıf yönler ile sınırlı kalıyor. İşte tam bu ironinin sebep olduğu boşluk, ciddi bir çatışmayı beraberinde getiriyor. Çünkü birey kendini yeterince tanımadan ve sınırlılıklarını bilmeden ideal bene ulaşmak istediğinde yetersizlik ve huzursuzluğun eşlik ettiği bir çuvallama yaşayabiliyor. Aynı durum toplumsal ideolojiler ve sistemler için de geçerli. Şu ana dek ifade ettiğim bu karmaşık hali en iyi özetlediğini düşündüğüm kavram ise ‘duygusal veba’.
İlk kez Wilhelm Reich’in1Wilhelm Reich, Orgazmın İşlevi. Cem Yayınevi, 2015. kullandığı duygusal vebayı tanımlamak pek kolay değil benim için. Bu nedenle tanıma yer vermek yerine – özellikle bilişsel düzeyde yaşanan – ikilemlerin neden olduğu çatışmaları ifade etmenin daha işlevsel olduğunu düşünüyorum: Amaçsallığa karşı anlamsızlık, aidiyete karşı yalıtılmışlık ve bireyselliğe karşı simbiyotizm gibi. Aslında bu çatışmalar hepimiz için tanıdık çünkü 21. yüzyılın beraberinde getirdiği krizler (mülteci krizleri, pandemi ve iklim krizleri gibi) bizi kendimizle ve ikilemlerimiz ile sıkça baş başa bıraktı. Belki de Reich’in duygusal vebayı, vebanın kendisinden çok daha tehlikeli buluyor olmasını anlamlı bulma nedenim budur. Bu duygudurum halinin başlıca panzehri ise dönüşüm.
Dönüşüm tanımları ele alındığı zaman çeşitli anahtar kavramlar göze çarpıyor: Değişim, kuşak ve gelişim gibi. Açıklamaların özünde ise çoğunlukla ahlakçı bir yaklaşım var. Dönüşümü iyi veya kötü olarak değerlendirmenin bu kavramı sınırlandırdığı görüşünde olduğum için sosyal etki ve kendilik gelişimi ile ilişkilendirmenin daha adil olduğunu savunmakla yetiniyorum.
Dönüşümün önünde hem bireysel hem de toplumsal engeller olduğunu biliyoruz. Bu engelleri şu kelime ile özetleyebilirim: Direnç. Burada bireysel yönüyle direnci iki uç noktadan değerlendirecek olursak şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza: Bir yanda yaşamı boyunca toplumun genelinin benimsediği doğru ile yaşamak isteyen bireyler, diğer yanda etrafındaki herkesin sadece kendi doğrusu çerçevesinde hareket etmesini isteyen bireyler. İlk uçta, determinist bakışın oluşturduğu güvenli alandan pek çıkmak istemeyen – yani etliye sütlüye karışmayan –, otoriteye boyun eğen ve çoğunlukla düşük benlik saygısına sahip olan birey varken ikinci uçta yeniliğe ve eleştiriye kapalı, bastırılmış öfke ile hareket eden ve dürtüleri kontrol edemeyen bir birey var. Her ikisinin de ortaklaştığı bir nokta var ki muhafazakar yapıları ile karşılıklı olarak “Coğrafya kaderdir”, “Alnımızda ne yazıldıysa o”, “Olacağı varmış”, “Kendi yağımızda kavrulup gidiyoruz” gibi söylemleri pekiştirip kendini doğrulayan kehanete neden olmaları. Yani özünde her iki taraf da dönüşüme farklı açılardan aynı direnci gösteriyor. Bu pekiştirme hali önce bireyselliğe, çeşitliliğe ve deneyimlerden edinilen birikime; sonra sağlanma potansiyeli olan dönüşüme ket vuruyor, onu hiçe sayıyor ve/veya ortadan kaldırıyor.
Dönüşüm; farklılıkların, karşıtlığın ve çeşitliliğin bulunduğu ortamdan beslenir. Kişi zihnindekinin ‘karşıtı’ ile karşılaşmadan ve ona temas etmeden gelişemez. Bu nedenle toplumsal anlamda dönüşümün karşısındaki en ciddi direnç, ‘tektipleştirme’ ve beraberinde ‘yalnızlaştırma’dır. Özellikle eğitim sisteminin tektipleştirilmesi, toplumda kendisi ve çevresiyle yüzleşmeyen – bundan kaçınan – ve bilişsel esnekliği gelişmemiş bireylerin sayısını artırır. Bu da toplumsal anlamda kutuplaşmanın ve huzursuzluğun artmasına neden olur; ‘kendi gibi’ olmayan, ‘öteki’ olan yok sayılır. Aynı durum demokrasinin hiçe sayıldığı tüm rejimler için de geçerlidir.
Genel anlamıyla toparlayacak olursam dönüşüm geliştirir, farklı perspektifler sunar ve kaçınılmazdır. Bu nedenle belki de en değerli göstergesi, kendini ifade edebilme becerisidir. Çünkü kendimizi ifade edebildiğimiz kadar varız; kendimizi ifade edebildiğimiz kadar özgürüz.
Referanslar
- Reich, W., Orgazmın İşlevi. Cem Yayınevi, 2015.